Su üzerine çalışmalarıyla tanınan Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Akgün İlhan su fakiri olma riskiyle karşı karşıya olduğumuzu belirtti.
Özgür Duygu Durgun ile 22 Nisan Dünya Su Günü münasebetiyle bir söyleşi gerçekleştiren Dr. Akgün İlhan, toplum sağlığına vurgu yaparak şunları belirtti:
“Bir toplumun sağlığını, geçim faaliyetlerini, refahını, sosyoekonomik gelişimini ve tüm bunların doğrudan bağlı olduğu ekosistemlerinin varlığını sürdürmesini sağlayacak miktarda temiz suyu garanti altına alma kapasitesine su güvenliği diyoruz. Sahraaltı Afrika ülkelerinin önemli bir bölümü, İran, Afganistan ve Pakistan gibi Asya ülkeleri ve Suudi Arabistan, Yemen gibi Ortadoğu ülkeleri bir süredir su kıtlığıyla yaşayan ülkeler. Bu tabloda fiziksel su kıtlığı kadar yönetimsel sorunlar da önemli rol oynuyor.
Birleşmiş Milletler’in (BM) verilerine göre 2025 yılında 1,8 milyar civarında insan mutlak su kıtlığı yaşayan bölgelerde yaşıyor olacak. Üstelik aynı süre içerisinde dünya nüfusunun üçte ikisinin de su sıkıntısı çeker hale gelmesi bekleniyor. Yine BM’nin gelecek senaryolarına göre mevcut iklim değişikliğiyle 2030 yılına geldiğimizde kurak ve yarı-kurak yerlerde yaşayan 24 ila 700 milyon arasında insan göç etmek zorunda kalacak. Yani su güvenliği tüm dünya için büyüyen bir sorun.
Türkiye’de ise suya erişimde büyük sorunlar kapıda dersek abartmış olmayız. Türkiye’nin kullanılabilir tatlı su miktarı yılda 112 milyar m3. Bu miktarı 82 milyonu aşmış olan nüfusumuza böldüğümüzde kişi başına düşen tatlı su miktarı yılda 1365 m3’e denk geliyor. Falkenmark indeksine göre eğer bu miktar 1000 ila 1700 m3 arasındaysa o ülke “su stresi” çekiyordur. Yani Türkiye şimdilik su stresi yaşanan bir ülke olsa da nüfusun artmasıyla, iklim değişikliği ve onunla uyumlu olmayan su politikalarıyla bu miktar 1000 m3’ün altına düşecek. İşte o zaman Türkiye tam su fakiri bir ülke olacak.“
Su pahalılığına da dikkat çeken Dr. İlhan, bu hususta şunları belirtiyor:
“Büyük şehirler artan nüfusları ve yerleşim alanlarıyla su varlıkları üzerinde büyüyen baskılar oluşturuyorlar. Korunması gereken su havzaları yerleşime açılıyor ve hızla kirlenmeye maruz kalıyor. Su havzalarını yerleşim yerlerine çeviren kentler bir yandan da büyüyen nüfuslarının artan su taleplerini karşılamak için yüzlerce kilometre öteden su taşıyorlar. İstanbul Marmara Bölgesi’nin kuzeyi boyunca pek çok nehri kendine akıtırken ve hatta Batı Karadeniz’den bile su takviyesi alırken; Ankara Kırşehir’den ve Bolu’dan gelen sularla; İzmir de Manisa’nın yüzey ve yeraltı sularıyla takviye alıyor. Onca büyük projeyle taşınan suyun maliyeti de kaçınılmaz biçimde büyüyor. Ve bu projelerin tüm maliyetleri kanunen tüketicilerden geri alınmak zorunda olduğu için bu durum su faturalarına da yansıyor. Oysa büyük kentler kendi su varlıklarını koruyup; su taleplerini yereldeki kaynaklarından karşılamak için su tasarrufu yapsalar suyun fiyatı bu kadar yükselmeyecek.“