Endüstri 4.0

Bir aşkadır

Yayın Tarihi:

on

Yazı dizisinin son bölümü olacak bu bölümde biraz temele inelim.

Aysel Git Başımdan (Attilâ İlhan)

Teknolojik bir organizasyon kurmak, yönetmek ve ileri taşımak tabana yayılan eğitimle olur. İmparatorluk ve Cumhuriyet’in en büyük problemi eğitimi tabana yayamamalarıydı. Bir kesim çok iyi eğitim alıyor, yüzümüz ağarıyor ama taban kaliteli eğitime ulaşamıyor, bir şekilde eli kitaba gitmiyor. İşte bu problem koca bir ulusun kaderi oluveriyor.

Bu ince kader çizgisi Japonya’yı dolayısıyla Toyota’yı başarıdan başarıya taşıdı. Okuma ve okuduğunu anlama becerisi kazanan insanlar yaptıkları işlere “değer” kattılar. Bu, su misali damlaya damlaya “değer” gölü yaratmak gibi bir şey.

Gelişimin temeli olan okumak, okuduğunu anlamak ve kendini ifade edebilme yeteneğinin anahtarı kitabın geçmişine bakalım;

Bu konuya başlamadan önce şu mottoyu ortaya koyalım: “Fikir tek başına hiçbir şeydir.” Yani ekonomik fizibilitesi olmayan her fikir, icat ve buluş çöptür. Amerika Kıtası’nı ilk Vikingler buldu ama ekonomik getirisi olmadığı için bu keşfin bir anlamı olmadı. Matbaa, barut ve tüfek çok daha eskilerden beri Çin’de vardı ama bazı sebeplerden dolayı yeteri kadar fizıbıl değildi. 1440 yılında matbaa Çin’den Avrupa’ya gelince Avrupa’daki sıkışmış toplum aradığını buldu.

Osmanlıya ise matbaanın 1727 yılında Macar asıllı mühtedi İbrahim Müteferrika tarafından getirildiği öğretilir. Bu hem doğru hem yanlıştır. Osmanlı uygulamak istediği ıslahatları hayata geçirebilmek için 1727 yılında matbaaya ihtiyaç duydu ve kullandı. 1727’den önce de ülkemize matbaa geldi ancak yaşam alanı bulamadığı için tutunamadı. Hem itaat kültürü hem garip dini tutumlardan dolayı bu icat Osmanlıya 300 yıl geç geldi. Hatta Osmanlı son yıllarına kadar tüm medreselerinde 164 farklı kitap üzerinden eğitim verirken, aynı dönemde Avrupa eğitim sisteminde binlerce farklı kitap kullanıyor… Daha 1700’lü yıllarda Avrupa 300 yıl önümüzdeydi ve biz bunu göremiyor, anlayamıyorduk. İlk sivil matbaamız ise 1850’lerde kuruldu. Hâl böyleyken konuyu daha iyi anlayabilmek için bazı notları maddeler halinde aşağıda sıralayalım;

  1. Japonya ve Avrupa’da 1700’lü yıllarda “en çok satanlar” kavramı vardı.
  2. 1697’de Fransa’da kitap okuma oranı %27, 1790’da %45
  3. 1600’lü yıllarda Avrupa’da 5000 seyahatname basılırken bizde bu rakam üçü beşi geçmiyor. Diğer yandan o yıllarda Avrupa ve Japonya’da binlerce basılı farklı kitap var.
  4. 1600’lerin başında Avrupa’da gazete basılıyor. Artık dünyadan haberler alıyorlar.
  5. Bugün ihtiyaç listemizin 235. sırasında kitap bulunuyor.
  6. 2020 yılında günde sadece 1 dakikamızı kitap okumaya ayırıyoruz, TV için 6 saatimizi, internet için de en az 4 saatimizi ayırıyoruz.
  7. Bugün kitap okuyan azınlığın %56’sı aşk, %24’ü siyasi kitap okuyor. 
  8. 2019 yılında çocuklara kitap hediye etmede 180 ülke arasında 140. sıradayız.
  9. 10 yıl öncesine nazaran basılan kitap sayısında artış varken okuma oranında artıştan ziyade azalış var.
  10. Hemen hemen her ile üniversite açmamıza rağmen son 10 yılda kitap okuma oranını arttıramadık aksine azaldı.
  11. 2018’da Türkiye’de kitap okuma oranı %0,1 iken bu oran İngiltere ve Fransa’da %21, Amerika ve Japonya’da ise %14 (bu düşüşte teknolojinin etkisi olsa gerek)

 Görüleceği üzere yüzyıllar geçmesine rağmen bazı şeyler hiç değişmemiş.

Osmanlı son dönemlerinde hiçbir icada sırtını dönmüyor hatta ilk kullananlardan olmak için çaba harcıyor. Gel gör ki ilk telgraf hattı Avrupa’yla beraber Osmanlı’da Edirne-İstanbul arasına kurulmak istenirken Edirne’deki “Münevverler” yaptıkları İstanbul’da duyulmasın diye allem eder kallem eder bu işi baltalar.

İngiltere taa Japonya’daki baba oğul Toyoda’ların başarısını görüp gidip patentini satın alırken biz nasıl oldu da hemen yanı başımızdaki Avrupa’da gerçekleşen Sanayi Devrimi’ni (1760-1840), gelişmeyi tam anlamıyla göremedik? Bu sorunun birçok cevabı var ancak biz sadece ikisine değinelim;

Rasathane

Tam adı Takıyyüddin Mehmed b. Zeynüddin Ma‘rûf olan bilim insanı 14 Haziran 1526 yılında Şam’da doğar. Şam ve Mısır’da eğitim alan Mehmed 1550 yılında İstanbul’a gelir. Matematik, fizik ve astronomi dâhisi olan Mehmed 1571 yılında saraya Müneccimbaşı olarak atanır. Sultan III. Murad’ı etkileyen Mehmed, Tophane sırtlarında bir rasathane kurma iznini alır. Hatta rasathane 1575 yılında faaliyete girer.

Rasathanenin olduğu yıllarda III. Murad’ın birkaç savaşı kaybetmesi ve daha önce hiç görülmeyen veba salgınının 1578’de zuhur etmesi gözleri ne hikmetse rasathaneye çevirir. Mehmed her ne yapsa da derdini kimseye anlatamaz… “Rasathanenin uğursuzluğu” söylemi sadece halk arasında kalmayıp saraya da ulaşır. Hatta devrin Şeyhülislamı Kadızade Ahmet Şemsettin Efendi verdiği fetvayla rasathaneyi sorumlu tutar ve şöyle der:

“1577 yılındaki kuyruklu yıldız düşmesi uğursuzluk getirdi ve bu yüzden İstanbul’da veba salgını oldu. Ayrıca Takıyyüddin’in yaptığı öngörülerin özellikle İran savaşının kazanılacağı görüşü doğru çıkmadı, bu tür önerilerde bulunmak doğru değildir. Özellikle göklerin incelenmesi din açısından caiz değildir. Gökleri araştıran milletlerin geleceği ve akıbeti hüsrandır. O diyarlara huzursuzluk ve bela getirir.”

Hatta Kadızade Efendi fetvasının bir yerinde “Takıyyüddin ve ekibinin rasathanedeki gözlemleriyle Meleklerin bacaklarını gözetlediğini” beyan etmiştir. Böylece meleklerin yaşadığı yeri öğrenmiş oluyoruz. Belli ki Şeyhülislam bir müneccime fazla bel bağlamış ya da çekememiş!

İnanması güç ancak, Kadızade’nin uzattığı bu ipe ne yazık ki III. Murad sımsıkı sarılır ve Kaptanı Derya Kılıç Ali Paşa’ya Tophane’deki rasathanenin yıkılması emrini verir. Kılıç Ali Paşa da başka yöntem kalmamış gibi rasathaneyi denizden gemilerle atılan top gülleleriyle 22 Ocak 1580’de yıkar. Yeni bir gözlem evimiz bu olaydan 300 yıl sonra anca kurulur, ne yazık ki o da 31 Mart ayaklanmasına kurban gider.

Mehmed ile aynı dönemde yaşayan Galileo ve Keplerin dünya bilimine neler kattığını anlatmaya gerek yok. İşte o gün kaçan tren bugün daha uzakta.

18 Şubat 1585’te hayata gözlerini yuman bilim insanı Mehmed arkasında 841’i Türkçe olmak üzere toplam 1337 bilimsel eser bıraktı. Peki Mehmed’in mirası aynı dönemde yaşadığı meslektaşları Galileo ve Keplerin mirası gibi değer gördü mü? Öğrencileri Mehmed’in bıraktıklarını anlamaya çalışıp üzerine bir şeyler eklemeye gayret etti mi ve bunları kendi öğrencilerine aktarıp ilerlettiler mi? Tabii ki tüm bu soruların cevabı hayır çünkü top gülleleri ile yapılan temizlik çok iyiydi! 

Bizlerin de meslektaşı olan Mehmed’in mezarı Beşiktaş’taki Yahya Efendi Tekkesinde. Yolu düşenlerin uğramasını tavsiye ederim.

Bîhaber

Elinizdeki bilgi ve haber kaynakları kadar güçlü ve büyüksünüzdür. Haber aşkı bu kadar baskın olmasaydı telekomünikasyon teknolojisindeki ilerleme son 20 yılda bu kadar yıkıcı olmazdı. Ancak biz yine gerilere gidip “haber alma aşkı”mıza bakalım.

İstanbul’da ilk daimî elçilik, İstanbul’un fethinden bir yıl sonra Venedik Cumhuriyeti tarafından kurulmuş ve onu, 1475’te Lehistan, 1497’de Rusya, 1525’te Fransa ve diğer Avrupa devletleri izlemiştir. Osmanlı ise ilk defa Avrupa devletlerindeki gelişmeler konusunda bilgi edinmek amacıyla 1720’de Fransa’ya daimî elçi olarak Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’yi göndermiş, arkasından da III. Selim döneminde Avrupa’nın büyük merkezlerinde daimî elçilikler kurmuştur. İngiltere daimî elçiliği ise 1793’te Tripoliçe-Mora doğumlu Yusuf Agah Efendi ile kurulmuştur. Eee tabii sadece elçilik kurmakla iş bitmiyor; bir elçiliğin nasıl çalışacağı ve tam anlamıyla nerede, ne işe yaracağını tespit etmek yani elçiliğin “rejime girmesi” en az 50 yılınızı alır.

Allahtan Avrupa’da birtakım ilerlemeler olmuş da “ya hu bunlar ne halt yiyor” merakıyla daimî elçilik açma ihtiyacı hissediyoruz. Üstelik bize çok da uzak olmayan burnumuzun dibindeki ülkelere.

Osmanlı’nın ilk daimî elçilikleri açtığı tarihe kadar Avrupa’ya gönderdiği elçilerin sayısı da Avrupalı devletler tarafından gönderilen elçilerin sayısına göre oldukça azdır. 1500 ile 1700 yılları arasında sadece Avusturya imparatorları tarafından İstanbul’a gönderilen elçilik heyetleri sayısının 120’yi bulması bu gerçeğin açık bir göstergesidir.

Diğer yandan elçilik hikâyesi bahanesiyle şu detaya da değinelim; İlginç bir şekilde İngiltere Sefirimiz Agah Efendi’nin memleketi Mora ilk görevinden 28 yıl sonra Yunanlılar tarafından kuşatılır ve 28 Eylül 1821’de Mora düşer. Bu trajik yenilgi tarihe Tripoliçe katliamı olarak geçer, bazı kaynaklara göre 10 bin Osmanlı askeriyle birlikte 10 bin de sivil öldürülür, bir tane Osmanlı sağ bırakılmaz (meraklısı araştırabilir). Kıymetli elçimiz Agah Efendi ise Mora’nın düşmesinden 2,5 yıl sonra 4 Ocak 1824’te İstanbul’daki Matbah* Emini görevindeyken hayata gözlerini yumar. Yazının ilk sayfasında Agah Efendi’nin sefirlik görevindeyken İsveçli ressam Carl Frederik von Breda tarafından yapılan anıtsal boyutlu yağlı boya tablosunu görmektesiniz. Meraklısı için İstanbul Pera Müzesi’nde sergilenmekte.

*Matbah: Mutfak

 Teknolojinin temelini oluşturan yetenekli insanlarımızın hayallerini top atışına tutup sonradan bu işe kalkışacak insanların önüne surlar çektik. Bununla da yetinmeyip kendimizi dünyanın ve cennetin merkezinde sayıp herkesi ayağımıza bekledik. Eee sonra da içinde olduğumuz Avrupa’daki ilerlemelere şaşırıp “ne oluyor ya-hû” dedik. Bugün bile meşhur Sanayi Devrimi’ni anlayabilmiş değiliz, aslında anlamamıza gerek de yok çünkü bu devrimin üzerine ne devrimler oldu bir bilseniz… Bu yüzden 22 Ocak 1580’de kaçırdığımız tren bugün daha uzakta.

Karamsarlığa gerek yok, her şeye rağmen hayat devam ediyor. Çalışmaya devam. 

Yazı dizisinin bu son bölümünde buraya kadar çok acı ve tatsız olaylardan bahsettik, ağzınızın tadı kaçmış olabilir. Bundan dolayı bu serüveni eğlenceli bir konu ile bitirelim:

Sevgili Japonlar

Hikâyemizin BABA kahramanı Sakichi TOYODA bir 14 Şubat günü doğar ancak o yıllarda o gün sevgililer günü değildir, ta ki 1936 yılına kadar. 1936 yılının 14 Şubat’ında Japonya- Kobe’de bir çikolata fabrikası, kadınların sevdikleri erkeklere kalplerinden bir parça olarak çikolata vermeleri için bir kampanya düzenler ve o günden sonra Japonya’da sevgililer günü sadece kadınların erkeklere hediyeler aldığı geleneksel bir gün haline gelir. Japon erkekleri bu özel günde hiç kimseye hediye almadıkları gibi, birçok yerden kendilerine gelen hediyelerle de iyice şımartılıp pohpohlanırlar. Tabii kadınlar için durum içler acısıdır çünkü iş sadece eşlerine veya sevgililerine hediye almakla bitmez; iş arkadaşlarına, aile üyelerine, kısacası değer verdikleri bütün erkeklere de çeşitli hediyeler vermek durumunda kalırlar. Bu adaletsiz durum böyle sürecek değildi elbet…

Japonya’nın Hakata bölgesinde küçük bir şekerleme dükkânı işleten Zengo İshimura bir gün magazin dergilerini karıştırırken bir kadın okuyucunun sitem dolu mektubuna rastlar. Kadıncağız yaşanılan adaletsizlikten dem vurur. Bu mektup İshimura’ya ilham kaynağı olur, eğer kadınlar sevgililer gününde erkeklere hediye alıyorsa, erkekler de pekâlâ belirlenecek başka bir günde kadınlara hediyeler almalıdır diye düşünür ve hemen bu fikrini çalışanlarıyla paylaşır, gayet olumlu tepkiler alır. Bunun üzerine kadın çalışanlarıyla bir toplantı düzenler ve onlardan kendilerine hediye verilmesi için bir gün belirlemelerini ister. Kadınlar da sevgililer gününden tam bir ay sonrasını yani 14 Mart tarihini uygun görür ve böylece 14 Mart yeni bir geleneğin başlangıcı olur. Erkekler de artık elini taşın altına sokacak ve değer verdikleri kadınlara hediyeler alacaktır. Bu özel güne de “marshmallow day” denilir.

 1978 yılına geldiğimizde ilk Marshmallow Day kutlanır. İlk kutlama İshimura Manseido adlı şekerleme dükkanının çevresinde yerel bir kutlama olarak yapılır.  Marshmallow Day sonraki birkaç yılda da bu şekilde yerel düzeyde kutlanmaya devam eder. 1980 yılına geldiğimizde ise bu özel günün ismi daha kapsayıcı olacağı düşünülerek ”white day” olarak değiştirilir. White day zamanla yerellikten çıkar ve bütün Japonya’da yaygınlaşır, hatta hızını alamayıp Güney Kore, Tayvan ve Çin gibi ülkeleri de kapsayan yeni bir sevgililer günü haline gelir.

Zamanla erkeklerin aldığı hediyelerin kadınların aldığı hediyelerden üç kat daha pahalı olması da yazılı olmayan bir kural olarak yerleşmeye başlar. Kısacası bugün Japonya ve bazı Uzakdoğu ülkelerinde sevgililer günü 14 Şubat ve 14 Mart olarak iki parçaya bölünmüştür ve her iki günde sadece sevgilileri değil, değer verilen bütün karşı cinsiyeti kapsamaktadır. Ayrıca bu iki özel günün eski zamanlardaki mektuplaşmalar gibi bir işlevi de vardır. Buna göre 14 Şubat’ta hoşlandığı erkeğe hediye alan bir kadın 14 Mart’ı beklemeye koyulur. Eğer erkek de kendisinden hoşlanıyorsa kadının hediyesine karşılık verir ve aralarında bir ilişki başlar. Bu ise birbirine açılmaya çekinen insanlar için bulunmaz bir nimettir.

Sevgililer gününü Yalın sistem ile harmanlarsak karşımıza muhtemelen şöyle bir tablo çıkar; eğer kimse “Yuvayı dişi kuş yapar” sözüne itiraz etmiyorsa bir bayanın kiminle evleneceğini direkt seçebiliyor olması da Yalın mantığına kesinlikle uyar. Zaten erkekler için yazılı olmayan bir diğer kural da şudur; mutlu olmak istiyorsan, sevdiğinle değil seni sevenle evlen.

Sevgililer günün bile böyle ilginç bir şekilde kutlayan bir kültürün ürettiği sistemin parmak ısırtacak kadar başarılı olması kimseyi şaşırtmasa gerek. Kendilerine has bir sistem üretmeye çalışan ülkelerin hiçbir zaman kendi kültürlerinin el verdiği sınırlar dışında bir sistem üretemeyeceklerini kabul etmeleri lazım ve Toyota Yalın Sistemini de en fazla kendi kültürleri çerçevesinde kendi iş kollarına uyarlayabilirler.

Dört bölümden oluşan bir yazı dizisinin sonuna geldik. Yazı ile ilgili görüşlerinizi bilal.aydemir@duyarvana.com.tr ‘den bana iletebilirsiniz, bu nezaketiniz için şimdiden teşekkürler. Uyguladığınız “Yalın” sistemin yalan olmaması dileği ile. 

 Kaynakça

Trendler

Exit mobile version